29 Temmuz 2013 Pazartesi

Montmartre ve Sacre-Coeur



Sacre-Coeur Paris in en yüksek noktasında bulunuyor. Eiffel in tepesinden Paris e baktığımızda düz bir şehir ve alttaki fotoğrafta uzakta görülen kubbeli yapı Sacre-Coeur Bazilikası. Yüksek rakım dedikleri işte bu kadar. Bazilikanın olduğu tepenin adı da Montmartre tepesi. 




Montmartre tepesi de geçmişten beri aslında dini bir yerleşim yeri olmuş. Paris in en eski kiliseleri bu bölgede yapılmış. 1900 lerin başında Sacre Coeur açılana kadar sadece çiftçilerin yaşadığı pek popüler olmayan bir bölgeyken artık Paris in en fazla turist çeken noktalarından biri haline gelmiş. 
Daha çok kafeleri,ilginç evleri,sanatçıların ve sanatseverlerin bir araya geldiği bir yer olan Montmartre aynı zamanda turistlerin Paris manzarasını seyredebildikleri için de popüler. 
Bana sorarsanız evet kendi başına güzel,farklı ama Paris manzarası seyretmek için o kadar yükseğe tırmanmak...
Bu bölgeye ulaştıktan sonra tepeye ayrı bir ücret ödeyerek finiküler ile çıkabilir veya resimdeki gezi trenini kullanarak ücret karşılığı etrafı keşfedebilirsiniz. Bizim gibi "Yok ben hiçbirşey kaçırmak istemiyorum. Kendime güvenim tam yürüyebilirim(daha doğrusu tırmanabilirim) diyorsanız metrodan uzuuuuuuuuuuuun bir merdivenle daha sonra yine uzuuuuun merdivenler ve dik yolları çıkarak ama etrafa bakınarak ve kesinlikle kalabalığı takip ederek çıkabilirsiniz. 




Sacre Coeur a gelmeden arka tarafında küçük bir kiliseyi gezmiştik. Güneş ışığının vitrayların içinden süzülerek içeriye girmesi çok güzel. 





Ve en tepede Sacre Coeur Bazilikası. Etraf o kadar kalabalık ki önünüzden biri geçmeden fotoğraf çekebilmek çok zor. 
Fransa-Prusya savaşında hayatını kaybeden Fransız askerleri anısına yapılmasına karar verilmiş ve hemen hemen tüm masrafı Fransız halkı tarafından karşılanmış ve Hz. İsa ya ithaf edilmiş. 
Giriş Notre Dame kilisesinde olduğu gibi ücretsiz; fakat burada içeride hiçbir şekilde fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Ama isteyenler içeride satılan hediyelik veya hatıra eşyalardan alabilirler. Etrafta da market tarzı bir dükkan var. Hediyelik eşya ve paket yiyecekler satıyor. 






İnsanların özellikle güneşin batışını veya akşam saatlerinde Paris in ışıklarını seyretmek için bekledikleri yer. Bu da Paris in kuzey bölgesi. Bazilikanın önünde aşağıya doğru çok sayıda ve geniş merdivenler var. Turistler o merdivenleri bu manzarayı seyir için kullanıyor. Ve öğleden sonra olmasına rağmen o merdivenler çok kalabalıktı. 





Biraz soluklandıktan sonra aşağıya iniş daha kolay. Yokuş aşağıya dar sokaklardan,değişik tarzdaki evleri seyrede seyrede yine bir grup kalabalıkla birlikte yürüyorsunuz. Etrafta çok sayıda hediyelik eşya satan dükkan ,cafe ve restoran  mevcut. 











Şarkı söyleyen bir grup. Etraflarında onları seyreden,ritme uyup dans edenler,fırsat bulup "Az oturayım hemde kulağımın pası silinsin" diyenler. Laf aramızda güzel söylüyorlardı. 
Ben seviyorum gençlerin böyle cadde veya sokaklarda şarkı söylemelerini,müzik yapmalarını. Oradan geçenlere de keyif veriyorlar. Acelem yoksa bir süre durup dinliyorum onları. Ankara da Tunalı da vardı bazen böyle müzik yapan gençler. Bir süredir görmüyorum onları da. 









Metro durağının hemen yanında küçük bir park. Bir duvarında bu resim ve altında farklı dillerde birşeyler yazıyor. Önünde fotoğraf çektiren insanlar. Ne anlamı olduğunu öğrenemedim. Bilen varsa bana da söylesin lütfen.




Eski filmleri çok severim. İyi de bir koleksiyonum vardır. Eski dediysem 40,50,60 yada 70 ler. Çok sevdiklerimi tekrar tekrar izlerim. O filmlerin fanatikleri bilir. Gilda filminde Rita Hayworth un bir resmi yapılmış bu duvara. Yanında yazan sözü internette araştırdım ama anlamlı birşey bulamadım. 




Etraftaki tüm kafeler doluyken bu kafe yi boş görünce bir bit yeniği vardır diye düşünmeden edemedim. Paris te tüm kafeler ve sandalyeler bu şekilde. Nasıl mı? Sandalye hasır dokuma gibi ve yola dönük ,masalar da genelde yuvarlak. Herkes yola doğru oturuyor. Denedim çoooook keyifli etrafı seyrede seyrede kahvenizi yudumlamak harika.  




Ve Montmartre de sanat sokağı. Bir sürü sanatçı resminizi yapmak için orada. Birçok sanatçının da orada stüdyosu olduğunu öğrendik. Van Gogh,Monet,Dali ve Picasso da Montmartre de çalışmışlar. Vaktiniz varsa bir portrenizi yaptırabilirsiniz. 




Şu şapkalı kız resmine bayıldım resmen. 





Bu bölge de bir de Moulin Rouge var. Yani Kırmızı Değirmen. 1880 lerin sonunda inşa edilmiş. Eğlence programları ve şovları ile dünyaca ünlü . Önceki turumuzdan gösteriyi izlemek için günler öncesinden rezervasyon yaptırmak gerektiğini öğrenmiştik. Yanlış hatırlamıyorsam kişi başı bilet ücreti 150 euro civarındaydı. O zaman gitmedik. Şimdi gündüz gözü ile bir göreyim diye çok istedim ama Montmartre ve Sacre Coeur beni bitirdi. Daha bir de üstüne Moulin Rouge yi arayacak gücüm kalmamıştı. Metro ya binip geri dönmeden önce çok düşündüm ama vazgeçtim. Yakında sevgili arkadaşım Pelin Pembesi  gidecek Paris e, giderse eğer ondan dinlerim gitmiş kadar olurum diye düşündüm. 






26 Temmuz 2013 Cuma

Tatlı Cuma


Sadece postlarıma değil aynı zamanda her Cuma yayınladığım Tatlı Cuma dileklerime de istemeden ara vermiştim. Bu hafta biraz da değişiklik olsun istedim. Nasıl mı? Shakespeare i çok sevdiğimi daha önce söylemiştim.  Bildiğimiz eserlerinin yanında Sonelerinin ayrı bir yeri vardır bende. Tekrar tekrar okurum. Bir ara onlardan,yazım şeklinden ve Shakespeare nin bilmediğimiz özelliklerinden bahsederim size. Ama bu hafta ilk sonesini yayınlamak istiyorum. Umarım seversiniz.

Artmasını isteriz en güzel varlıkların
Güzelliğin gül yüzü solmasın diye asla,
Bir güzel,yaşlanıp da göçünce bugün yarın
Anısı yaşar yine körpecik yavrusuyla;
Ama can yoldaşındır kendi parlak gözlerin,
Kendi ateşin besler ruhunun alevini;
Kıtlığa çevirirsin bolluğunu her yerin,
Kendi düşmanın gibi, ezersin can evini.
Şimdi sen yeryüzünün taptaze bir süsüsün,
Varlığın çiçek dolu bahardan müjde taşır,
Ama kendi koncanda ruhunla gömülüsün,
Pintiysen,ince köylü,kendi sonun yaklaşır. 
     Dünyaya acımazsan,oburlar gibi ancak
     Varlığın da mezar da güzelliği yutacak. 






Hepimize pespembe bir haftasonu diliyorum. 






24 Temmuz 2013 Çarşamba

Paris Kaçamağı-Lüxemburg Bahçesi


Temmuz başında, tatil için ne yapalım diye düşünürken geldi Paris fikri aklımıza. Geçen yaz Paris te hemen hemen planladığım tüm yerleri görmüştüm ve hepsine yetişmek için çok fazla yorulmuştuk. Bu kez öyle olsun istemedik. Sakin sakin yürüyelim,sokaklarında gezelim,kafelerinde oturalım diye planladık. Önceki gezi de göremediğim Lüxemburg Bahçesi ve Sacre Cour Bazilikasını da bu geziye dahil ettik. 
Bu kez turla değil de kendimiz gittiğimiz için havaalanından şehre gidiş yollarını araştırdık. Birkaç seçenek vardı. Mesafeyi tam bilemediğimiz için de havaalanı treni ve metro ile birkaç aktarma yaparak ulaştık şehir merkezindeki otelimize. Otele varışımız aktarmalarla tam 2 saat sürdü. Taksiye binsek sanırım ücret olarak başabaş gelirdi. Paris te birbirine örümcek ağı gibi geçmiş tam 14 metro hattı 4 tane de banliyö tren hattı var. Birinden birine geçmek çok bilinmeyenli denklemi çözmek gibi. Bir tane de metro haritası gerekiyor ama o da yeterli değil. Metro çok eski. İstasyondan trene binmek için ,kapılar bir düğmeye bastığınız zaman açılıyor. İneceğiniz zaman da kapıyı açmak için bir kolu çevirmeniz gerekli. Yapıldıkları zaman, yürüyen merdiven gibi bir teknoloji olmadığından tabana kuvvet. Elinizde valizlere inip çıkıyorsunuz kat kat. İstasyonlardaki idrar ve diğer kokuları saymıyorum. İçim dışıma çıktı diyebilirim.  Hırsızlık tavan yapmış. Sürekli sağımızı solumuzu kontrol etmek zorunda kaldık o kalabalıkta. 
Neyse başımıza birşey gelmeden,uçaktan değil ama metroda yol bulmaya çalışmaktan yorgun bir şekilde otele attık kendimizi. Akşam üstü dolaşmak için çıktığımızda şehrin en işlek yollarından birinde ve etrafımızda onca insana rağmen elinde bir kağıt, bize birşey sormak bahanesi ile sürekli sokulmaya çalışan biri tarafından az daha göz göre göre cüzdanı kaptırıyorduk.  
Ertesi günü durağımız Lüxemburg Bahçesi oldu. Paris in en popüler yerlerinden biri. Oldukça büyük. Bir zamanlar Lüxemburg Düküne ait olduğu için adı da buradan gelmiş ama daha sonra 1600 lü yılların başında Medici ailesi tarafından satın alınmış. IV. Henri suikaste uğrayınca karısı Marie de Medici artık Louvre sarayında oturmak istemediğinden bu alanı satın almış ve saray ile çocukluğunu geçirdiği Floransa Sarayı nın etrafında ki bahçeler gibi bir bahçe yaptırmış. 17.yy da da park halka açılmış. Giriş için herhangi bir ücret ödenmiyor. Park içerisinde oturmak için pek çok imkan mevcut. At binme yerleri,satranç oynamak için alanlar, Heykeller,tenis kortu,yiyecek alanları, çocuklar için hazırlanmış oyuncaklar ve kum havuzları,kukla tiyatroları mevcut. Etrafta spor yapan,çocuğunu gezdiren veya kitap okuyan o kadar çok kişi vardı ki. Sorbone Üniversitesine yakın olması nedeni ile de öğrencilerinde uğrak yeri. Keşke dedim keşke bizde de olsa böyle alanlar. Yada olanlar yok olmasa! 




Parkın içerisinde 1600 lü yılların başında yaptırılan Lüxemburg Sarayı bulunuyor. Saray aynı zamanda Fransız devrimi sırasında hapishane olarak kullanılmış.




Sarayın hemen önünde Grand Bassin denen bir göl var. Bu göl üzerinde çocuklar bot kiralayarak yüzdürebiliyorlar. Etrafta o kadar çok seyyar sandalye var ki. Bunları çekip istediğiniz yer de oturabiliyorsunuz. Bizde sandalye varsa masada vardır. Piknik alanı oluverir hemen. Ama bu sandalyeler seyir için.  





Sarayın tam karşısında bulunan ağaçlar kübik bir şekilde budanmış. Görüntü hiçbir şekilde engellenmiyor. Buna bile dikkat etmişler.  Paris te dikkatimi çeken şeylerden biri simetrinin önemi. Yani parklarının bile bir mimarisi var. Daha önce burada  bahsettiğim Opera Garnier in görüntüsünün daha iyi algılanabilmesi için etraftaki binaların yıkılıp baştan yapılması en somut örneklerden. 





Park içerisindeki en önemli yapı 17. yy yapılmış olan Fontaine Medicini . Aslında buraya gelmemin en önemli sebeplerinden biri bu çeşme. Öyle güzel ki. Asıl sonbaharda olmayı isterdim ama mümkün değil. Havuzda yüzen ördekler ve balıklar. Etrafta oturup resim yapan insanlar. 












16.yy da yapılmaya başlanan parkın hala o günkü şekliyle korunması ve halk tarafından benimsenip,kullanılması ve sahiplenilmesi sanırım kamu alanlarına verdikler önemi ortaya koyuyor ve sahip oldukları kültürü. 
Park tan Victor Hugo nun Sefiller inde ve en sevdiğim yazarlardan Grange in Taç Meclisi kitabında da bahsedilmekte. 
Öyle yorulmuşum ki kendimi çeşmenin kenarında ki sandalyelerden birine atıverdim. Huzur, mutluluk budur. 










22 Temmuz 2013 Pazartesi

Yine,yeniden


Uzuuun bir aradan sonra yeniden yazmaya başladım. Planlanmış ve de isteyerek verilen bir ara değildi. Şu oldu,bu oldu demeyeceğim. Aslında olmuş bitmiş bir şey de yok. Ama olur ya bir türlü eliniz varmaz, diliniz dönmez. Teknolojiyi ne kadar sevsem de bu sürede bilgisayara bile oturmak gelmedi içimden. Bu arada merak edip soranlara binlerce teşekkürler. 
Kışın, saati defalarca erteleyip yine de yataktan sürünerek kalkan ben, tatil başladı, artık rahat rahat uyu değil mi? Yok her zamankinden erken, gözler fal taşı gibi açık güneşe merhaba diyorum sanki. 
Okulu kapattım. Milletçe yoğun bir Haziran geçirdik. Vücut ve beyin tatil istiyor artık. Kumlara uzanmak, denize girmek,bilmediğim yollarda yürümek,dünyadan bihaber...Günler ilerledikçe fırında ağır ağır pişen bir tavuk gibi hissediyorum kendimi. Nemden uzaklaşmak ,buralardan gitmek istiyorum .Derken, hızlıca karar verip bir kaç günlük kaçamak yaptık. 
Gittim ama aklım bahçede. Sebzelerimde.  Ben yokken nasıl dayanacaklar o kadar gün, güneşin sıcağına. Gitmeden önceki akşam bol bol suladım hepsini. Sanki vedalaştım. Sıkı sıkı tembihliyorum. Sakın ölmeyin,topraktaki suyu dikkatli kullanın diye. Biz yokken bol yağmur yağsın diye dualar ederek bıraktım yani. 
Bu satırlardan sonra tatile ne kadar ihtiyacım olduğu daha iyi anlaşılmıştır sanırım. 
Dönüşte koşar adım sebzeleri ziyaret ve ölmedikleri için sevinçle yapılan birkaç dans figüründen sonra hayatımın en hızlı valizini ( çanta dersek daha uygun olur) hazırladım ve aynı gün dört gözle beklendiğimizi bildiğimiz Ankara ya bizimkileri görmeye gittik. 
Kaç yaşınızda olursanız olun anne baba evinde hep çocuksunuz. 
"Her yer açık, esiyor ,üşütürsün"
"Sırtına minder koy"
"Salatadan da ye biraz"
"İstediğin zaman yat ,sabah uykunu almadan kalkma"
"O yemek az değil mi?" "Bundan da al"
Anlayacağınız  Ye İç Yan Gel Yat modundayım. Mutluluk verici. Şımarıklığım tavan yapmış. "Onu yapalım mı? Şu da olsun mu?" diye taleplerim giderek artıyor. Kaşla göz arasında her şey hazır. Annem yapıyor ben fotoğraf çekiyorum.Bu sırada masadan bir ses ;
"Hadi öteki yemekler soğudu,herkes seni bekliyor. " Alışkın değiller tabii benim bu hallerime. Defalarca tabağı bir oradan bir buradan...
Böyle bir atmosferde benim kilolar aldı başını gitti tabii. 
"Amaaan Olsun" dedim kendi kendime.  
İki haftadan sonra evimize döndük. Bu sürede anılar ve tarifler biriktirdim.  Dinlendim,şarj oldum ve artık şu biriktirdiğim işleri ve blog ziyaretlerimi yapabilirim. 
Oradayken oldukça pratik bir pizza yaptı sevgili annem. Bir baktım malzemeleri üstüne dizmiş fırına vermek üzere. 
"Dur hangi ara yoğurdun hamuru?" demeye kalmadan annem; "Hamur değil o baban pide alıp geldi onunla yaptım "deyince  aklıma onca yoğurduğum,mayalansın diye beklediğim hamurlar geldi. Ohooooo dedim zaman kıymetli,pratik olmak lazım tabii. Hemen başladım anneme nasıl yaptığını anlattırıp,bir yandan da not etmeye. Kendim için değil inanın. Sadece şu bloğa bakıp hala aynı yazıyı görmekten bıkanlar için. 

PİDE PİZZA

Ramazan pidesinin üstünü bıçağınızla yatay şekilde kapak gibi çıkarıyorsunuz. Pidenin alt kısmı yaklaşık 1 parmak kalınlığında olmalı. Pizzanın tabanı olarak kullanacağımız kısımda burası. Pidenin üzerine sürmek için 1 yemek kaşığı kadar biber salçasını,kekiği,birkaç diş sarımsağı bir kapta karıştırıp zeytinyağını yavaş yavaş ekleyerek salçalı karışımı sürülecek kıvama gelene dek inceltin. Daha sonra bir fırça,kaşık veya elinizle salçalı sosu pidenin üzerine sürün. Bunun üstüne koyacağınız dilediğiniz pizza malzemesini bir kaba alın ve üzerine 1 yumurta kırarak karıştırın. Yumurta, malzemelerimizin dağılmadan pidemizin üzerinde kalmasını sağlayacak. İsterseniz önce malzemeleri pidenin üzerine dizip,çırpılmış yumurtayı sonradan üzerine gezdirebilirsiniz. Şimdi artık pizzayı fırına vermeye geldi. 180 dereceye ısıtılmış fırında malzemeleriniz hafifçe kızarana dek pişirin ve pizzanın üstüne kaşarı serpiştirip tekrar fırına vererek peynirler eriyene kadar fırında tutmanız yeterli. 

Afiyet olsun.







İnanın annem yaptı diye değil ben bunu yemelere doyamadım. "Ellerine sağlık kuzum" 
Bundan sonra pizza için hamur yoğurma işi bitmiştir benim için. 















Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...