25 Ekim 2013 Cuma

Son Veda...


Dünyanın her yerinde ardı ardına yeni mutfak trendler ortaya çıkıyor. Sushi trendi ,füzyon mutfağı,sokak yemekleri,fast food fırtınası ve onun tam tersi slow food. Çoğumuz belki de farkına varmadan etkilendik bu akımlardan. Zaman zaman çekimser kaldık,eleştirdik,merak ettik,denedik,yorumladık,bazen sevdik. Bu akımlara tam olarak kapılmasam da yeni şeyler denemek ve lezzetli yemekler yapmayı da ,yemeyi de severim. Bazen farklı yörelerden yemekler yaptığımda ,gelen yorumlar arasında tam olarak nerelisin gibi sorular oluyordu. Ben yemeğin evrensel olduğuna inanlardanım. Müzik gibi,sanat gibi...  İtalya da yapılan pizzanın biz de ki lahmacunun bir çeşidi olduğunu,yada çok meşhur olan Çiğ böreğin Güney Amerika da yapılan Empanada ile benzerlikler gösterdiğini düşünürüm.İspanyolların genelde yazın yedikleri  soğuk çorbaları Gazpacho yu dün televizyonda Gaziantep yöresinden bir bayan; " Bu bizim yöresel sulu salatamız" diyerek tarif etti. 
Yemek aslında sadece karın doyurmak değil bir etkinlik bana göre. Bir arkadaş,eş veya aile ile birlikte yenen keyifli bir yemek insanın ruhuna hitap etmez mi?
Yemek yemekten bu kadar iştahla bahsettiğim için sakın beni 100 kilo falandır diye düşünmeyin. Boyuma göre normal hatta " Ne mutluyum " ki zayıf bile sayılabilirim. Eşimin kolesterolünün geçen Ocak ayında yüksek çıkması sebebi ile ailecek girdiğimiz beslenme düzeni sonucu yavaş ama düzenli bir şekilde 6 kilo verdim ve kendimi gerçek bir zafer kazanmış gibi hissediyorum. Kış girmeden bir kan testi yaptırıp sonuca bakarak bundan sonraki yolumuza bakacağız. Eğer kolesterol  kayda değer şekilde düşmediyse sanırım ilaç tedavisi bizi bekliyor. 
Asıl yazmak istediğim blogda sık sık bahsettiğim ve beni tanıyanların böyle uğraştığımı görünce "Sen Ha!" diyerek hayretler içinde dinledikleri bahçe ve toprakla maceralarımı anlatmak derdindeydim. Havaların soğuması ve yazın kurak geçmesi sebebi ile bahçemizdeki yeraltı kaynağının  erken kurumasından sonra ektiklerimizin birçoğu maalesef dalında kurudu. Ama tohumlarım ve fidelerim iyi cins çıktıkları için tüm yaz domates hariç diğerlerinden iyi mahsül topladım. Bu işe öyle merak sardım ki yurtdışında gittiğim şehirlerde de ( sadece Roma ve Paris) gördüğüm tohumculardan farklı tohumlar topladım. 
Ben tam bir şehir çocuğuyum aslında. Tabiatı neredeyse burada gördüm desem abartmış olmam. Küçüklüğümde sadece yol kenarında yada parklarda yada anneanneme giderken yol kenarında gördüğüm tarla ve bahçelerdi benim için doğa. Baharda kenarda açan papatyalar yada gelinciklerdi. Evde annem saksıda yetiştirmeye çalışırdı birkaç çiçeği. Yıllar sonra merak saldım ekmeye,biçmeye,yetiştirmeye. Küçük bir arsa satın alabildik ilk önce. Sonra ne ekilir,ne zaman ekilir,neler yapılmalı diye araştırmaya başladık etraftan. Ben sordukça tanıdık tanımadık herkes anlatmaya başladı. En büyük destekçimiz de babamdı bu zamanlarda. Sürekli "O öyle olmaz,bunu dikmelisin,dibini şöyle çapala,yabani otları ayıkla" diye yönlendirdi bizi. Annemin " Sen nasıl hatırlayacaksın,karışma çocuklara" diyerek yaptığı çıkışlara da biraz bozularak "Ben köy çocuğuyum. Babam ben küçükken....,yada halamın bahçesinde....,olmadı annem bizim tarlada..." diye başlayan hikayelerini anlatıp bahçe işinden anladığına annemi ikna etmeye çalışıyordu. Ankara ya her gidişimizde hal hatır faslından sonra mutlaka ilk sorduğu "bahçe ne durumda ? " dır. Her anlattığımızı dikkatle dinler. Yetiştirdiklerimizi dalında görmek henüz onlara nasip olmasa da çektiğim fotoğraflarla bir nebze olsun gözlerinde canlandırıyorlar sanırım. Fotoğraftakilerin dışında hem yerli hem de aldığım tohumlarla İtalyan kabakları yetiştirdim. Onların her boy atmalarında,açtıkları her çiçekte sevinç çığlıkları attım denebilir. Ama enginar yetiştirmeyi beceremedim. Hepsi öldü galiba. Belki sonra tekrar denerim.  
Alttaki kandil denen dolmalık biberleri hem ince kabuklu hem de çok lezzetli idiler. Yanında da Üç burun da denen köy biberleri. 




Sadece denemek için ektiğim taze fasulyeler tahminimden iyi ürün verdiler. 





Soğanla birlikte hafif zeytinyağında soteleyip, yumurta kırarak yemeği sevdiğimiz pazılar. 





Bahçenin etrafını saran ve böğürtlenler ve henüz birkaç avuç toplayabildiğimiz ama tadına doyum olmayan çilekler. 





Eşimin en sevdiklerindendir böğürtlen reçeli. Bahçeden topladıklarım az olunca pazardan biraz takviye yaparak miktarı arttırdım. Ben reçeli sulu yerine taneli severim. O nedenle su miktarını az tutuyorum. Hatta böğürtlen reçeline hiç su koymuyorum. Bir tencereye böğürtlenleri ( yaklaşık 500 gr kadardı.) üzerine 1,5 su bardağı toz şeker dökerek bir gece beklettim. Sabah sulanmıştı. Ve o su ile kaynatıp koyulaşınca, çeyrek limonun suyunu sıkıp sıcakken kavanozladım. Sabahları tuzsuz lorun üzerinde çok güzel oluyor. 





Maalesef bu yıl domatesten yana pek şansım yoktu ama Napoli den aldığım domates tohumları çok iyi ürün verdi. Fotoğraftan sanki normal büyüklükte görünseler de yetişince gördüm ki kiraz domatesti. 





Annemim yoğun ısrarları sonucu diktiğim ama onlar ürün verdikçe mutlu olduğum taze börülceler. 





Patlıcanlar ve Kırmızı biberler. 




Ve bahçenin en sevdiğim kısmı benim "Şifa köşesi " dediğim baharatların olduğu bölüm. Lavanta,adaçayı,biberiye,4 farklı çeşit kekik,mercan köşk ve saksı da fesleğenleri. Dallardan kesip kışın kullanmak üzere kuruttum. 





Ve tam bir reçel uzmanı olan kayınvalidemin "bunun reçeli çok güzel olur" diyerek tarifi ile birlikte verdiği 6 adet  Yamula patlıcanı. Başta ziyan edeceğimi düşünerek almak istemesem de onun ısrarları ile denemeye karar verdim. Ben kendime göre değiştirdim ve sonuç muhteşemdi. Asla patlıcan reçeli olduğuna inanmayacağınız ve yediğinizde ağızda kestane şekeri tadı bırakan bir lezzet. 




Patlıcanların tüm kabuklarını soydum ve işaret parmağı genişliğinde şerit şerit doğradım. Sonra bunları bir kapta ve suyun üzerine çıkmaması için ağırlık koyarak 1 saat suda beklettim. Daha sonra 250 gr şeker ile 300 gr kadar suyu ,içine bir kök zencefil ve birkaç tane karanfil atarak kaynattım. Patlıcanları süzüp, elinize iyice suyunu sıkıp,şerbete atmadan önce baharatları bir süzgeçle çıkartıp patlıcanı şerbete ekledim. Arada kontrol ederek patlıcanlar yumuşayana kadar hafif ateşte kaynattım. Oldukça koyu ve baharatlar ile ağızda hoş bir aroma bırakan bir reçel oldu. Henüz sıcakken de kavanozladım.








İşte benim uzun bir süredir vaktimin çoğunu alan ama büyük keyif aldığım hobim. Daha dalından toplarken ne yapsam acaba diyerek ilham aldığım,üzüldüğüm yada sinirlendiğimde beni sakinleştiren,içindeyken başka neler yapacağım konusunda düşüncelere daldığım en büyük uğraşım. 



10 Ekim 2013 Perşembe

İnanışlar


Annemle mutfakta yemek yapmak tam bir aksiyon filmi gibidir. Elden ele mümkün değil bıçak geçmez. ya tezgaha bırakılacak yada şöyle bir kuru kuru "tü tü tü" demeden dokunulmayacak. Aslında hiçbir batıl inancı olmayan annem nedense bu bıçak konusunda çok hassas. Onun tek derdi bıçak elden ele geçmeyecek. Asıl amacı düşününce sanki  bıçak elden ele gezerken kazalara engel olmaktı. 
Annem kızmaz umarım. Takılıyorum buradan ben ona. 
Nereden geldim bu konuya? Dünyada tuhaf mutfak adetleri üzerine bir yazı okudum. Çok ilginçti. Mesela İngilizler yere bıçak düştüyse düşüren almaz,biri gelene dek beklenirmiş. Saçma geldi. Ne yani saatlerce kimse gelmezse o bıçak yerde mi kalacak?
Bir de geçen yıllarda Rachel Ray in programını izlerken yaptığı bir hareket ilginç gelmişti. Yemeğe tuz attıktan sonra bir tutam da sol omzunun üzerinden "Bu da şans için " diyerek arkaya atıyordu. İzlerken "Ohhhhh" dedim. Nasıl olsa siz temizlemiyorsunuz tabii.
Ben küçükken muhallebi tenceresinin yanmış olan dibini yemeyi çok severdim. Ben elimde kaşıkla kalanları sıyırıp yerken "Düğünün yağmurlu olacak" derlerdi. Ama her yer kupkuruydu. Yada tabakta yemek bırakan çocuklara arkandan gelir diye tembih edilirdi. Nasıl yani ? diye düşünür dururdum. 
En yaygınlarından biri de balıkla yoğurt yenmemesi. Bayat balığın yoğurtla birlikte yendiğinde zehirlenileceğine inanılması. Bayat balık yoğurt yemeseniz de zehirler zaten. Aslında bu inanış Yahudilerin bazı yemek kurallarından geliyormuş. Nereden nereye...
Altta ki tatlı da benim Pinterest te görüp de beğendiğim ve yapmaya çalıştığım bir tarif. Ne ilginç ki bir resim dünyanın diğer ucundaki bir insanın mutfağına giriveriyor. 
Birkaç denemeden sonra hafif,lezzetli ve kolay bir tarif çıktı ortaya. Ben Mascarpone kullandım ve süzme yoğurtla da lezzeti biraz hafiflettim.  Adını da uyduruverdim . 

PORTAKALLI ÇİLEKLİ KEDİDİLİ PASTA

MALZEMELER
500 gr süzme yoğurt.( Ekşi olmamalı)
2 paket kedidili bisküvi
5 adet sıkma portakal
500 gr mascarpone peyniri ( yerine labne kullanabilirsiniz)
1 çay bardağı pudra şekeri
500 gr çilek

YAPILIŞI

Portakalların sıkın ve suyunu bir kaseye koyun. Kedi dillerini portakal suyuna batırıp kare borcama dizin. Bir kapta peynir ve yoğurdu çırpın. İçine damak tadınıza göre pudra şekeri ekleyin.Kremanın kıvamı çok yoğun olursa bir miktar portakal suyunu yavaş yavaş ekleyerek kremayı sürülebilecek kıvama gelene dek mikserle çırpın.  Kremanın yarısını bisküvileri üzerine yayın. Bir kat daha portakal suyu ile ıslatılmış bisküvi yerleştirin. Üzerini tekrar krema ile kapatın. En üstü dilimlenmiş çilekler ile süsleyin. Üzerini streçle kapatıp dolapta soğutun.   
Afiyet olsun. 






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...